Bu bir film/dizi eleştirisi yazısı değildir.
Bu diziyi daha önce izleyen ya da seven/sevmeyen var mı bilmiyorum. Açıkçası burada bir eleştiriden ziyade, izlemekten keyif aldığım ve özellikle mutfak sahneleriyle beni içine çeken bir yapımdan bahsetmek istiyorum. Çünkü bu diziyi izlesin istediğim pek çok insan var.
Geçtiğimiz günlerde 4. sezonunu tamamladım. İzlemek için dirensemde çünkü bitirmek istemediğimden. Önceki sezonlara kıyasla bu sezon daha sakin ve derinden işleyen bir yapıya sahipti. Çekimlerin renklerinden de anlaşılacağı üzere karakterler, kendi karanlık taraflarını güven ortamında açığa çıkararak yüzleşmeye devam ettiler. Benim için de bu sezon, izlerken adeta bir yüzleşme yolculuğuna dönüştü.
Bir yanda hayatını anlamlandırmak için tüm varlığıyla kendini mutfak sanatlarına adayan Carmy; diğer yanda çocukluğundan beri babasının favori restoranı The Beef’e gelen ve Carmy’nin yeteneklerine hayran olan Sydney… Ve tabii diğer tüm The Bear çalışanları. Bu sezon herkes kendi sınırlarını zorladı; fark yaratmak, fırsat oluşturmak için çabaladı. Ama en büyük rakiplerinin aslında kendileri olduğunu görmek oldukça sarsıcıydı.
Peki, tüm bu çabanın sebebi neydi? Michelin yıldızı mı? Kişisel tatmin mi? Yoksa tutku ile yıkıcılık arasındaki o kaotik alanda yaratıcı tatminliği bulmak mı?
Tanıdık geliyor mu?
Benim için bu sezon, içinde bulunduğum projeler, ekibim ve farklı rollerim üzerine düşünmemi sağladı. Çünkü bazen kaosu yönetirsin, bazen de kaosun ta kendisi olursun.
Scrum takımlarını düşünün. Daha önce birlikte çalışmamış, sınırlarını bilmeyen birçok insan bir araya gelir. Kimisi ekip çalışmasına yatkındır, kimisi bireyseldir, kimisi de “Ben burada ne yapıyorum?” der. PO, PM ya da müdür olmanız aslında çok bir şey ifade etmez. Bu rollerin özünde tek bir görev vardır: takımın önündeki engelleri kaldırmak.
Geliştiricilerin uyumlu çalışmasını sağlamak, işin kalitesini gözetmek, dirençleri azaltmak, müşteriden gelen baskıyı ekibe yansıtmadan “Topraklamak”…
Ama baskı nasıl yönetilir?
Başlangıçta baskı, seni işlevsiz hissettiren ağır bir yük gibi görünür. Ancak bir noktadan sonra bu baskıya alışır, hatta onu verimli kullanmayı öğrenirsin. Takım uyum sağlamaya, çark gibi işlemeye başladığında artık iş bir zorunluluk değil, kendini gerçekleştirme alanına dönüşür. İşte o anda baskı, başarı duygunun fitilini ateşler. Bir süre sonra da bu baskıya ihtiyaç duyar hale gelirsin.
Asıl soru şudur: Baskı olmadan nasıl devam edeceksin?
**Buradan sonrası spoiler.**
Final bölümünde Carmy’nin restoranı devretme fikrini sözleşmeye ekledi ve olanlar oldu. Küçük bir odada kilit isimlerin birbirleri ile çatışması aynı anda kendi içleri ile çatışmalarını izledik. Şef gerçekten gemiyi terk edecek miydi? Takım onsuz devam etmeyi göze alabilecek miydi? Birlikte başarma bilinci yalnızca “bir arada olmakla” mı mümkündü? Takım buna ne kadar hazırdı. Yoksa tüm herkes o güvenli alanda kendini büyütmenin konforunda mıydı?
Bence bu, bir takımı devretmek ya da bir PO’nun farklı bir role geçmesiyle aynı şey. Kartların yeniden dağıtılması, hizalanma süreci zordur; ama o zorluk bambaşka alanların doğmasına da sebep olabilir. Buna fırsat ve alan tanımlamalıdır takım.
Bazen oturduğun koltuğu değiştirmek gerekir. Yeni roller ve görevler; kendi içinde açılmamış kutuları açar, farklı yeteneklerini keşfetmeni sağlar. Atomların etkileşiminden doğan mucize gibi, sen de başka bir formda yeniden fark yaratabilirsin. Çünkü atomlar da kaosun içinden bir araya gelir ve bambaşka bir biçimde ortaya çıkar; biz de böylece kendimize yeni bir merak alanı yaratırız.
Benim için The Bear sadece bir dizi değil, ekipler, projeler ve liderlik üzerine düşündüren bir deneyim oldu.
Peki siz ne düşünüyorsunuz?
Kendi ekibinizde, projelerinizde farklı rollere nasıl bakıyorsunuz? Sizce değişim her zaman yaratıcılık sağlar mı?