Çocukluğumda pizzadaki mantarları ayıklardım, yetişkinliğimde mutfakta zaman geçirmeye başladıktan sonra mantar da hayatıma giren yiyeceklerden biri oldu. Çocuk Ceren şu halimi görse kahkahalar atardı. ‘’Çok komiksin! İnanamıyorum mantar yediğine!’’ diye. Çok gülme kültür mantarı değil kestane mantarı yiyorum, ah tadı nasıl lezzetli bir bilsen ama önce bi 30 yaşımıza gelelim sonra emin ol çoğu şeyi seveceksin derdim kocaman gülerek ve o tatlı gözlerinden, yanaklarından öperdim onu. Utandıkça daha çok sarılırdım özenle, şefkatle; nasıl olsa benim canım çocukluğum değil mi? Güzelim benim, canımın içi.
Anlatırdım güzelce, bak marketlerde satılan kültür mantarı adı altında beyaz, sası, kof olanlardan değil. İstiridye mantarındaki protein etle yarışır, tertemiz hem de ama yok o da değil. İstiridye mantarı çiğnedikçe ağzımda daha da sulanıyor, benim pişiremediğimden değil yani, duyusal hassasiyet diyelim biz ona. Ama kestane mantarı, işte benim için en güzeli o. Çok kişi de bilmiyormuş, bende bir 30 yılı onsuz geçirdim, normal herhalde bilinmemesi, derdim.
Bugün duymayanlar duysun, layığıyla tanıtacağım şahaneyi. En baştan başlıyorum. Bizim semtte kurulan pazardan bahsetmiştim, orda dünya tatlısı bir teyze var sadece mantar satıyorlar tezgahlarında karı koca. Tezgaha yaklaştığımda hemen yüzümün halinden her şeyi anlarlar, nasıl olduğumu sorarlar, amca mutlaka beni güldürür, teyze geçer annem, kendine çok iyi bak der, alacağım mantarla mutlaka ne pişireceğimi sorar sonra en güzel mantarları benim poşetime fazlasıyla doldurarak beni uğurlar. Kestane mantarıyla beni tanıştıran ilk kişi bu güzel teyze. Yıllardır mantarı ondan alırım. Ondaki mantar bitmişse başka tezgaha gitmem, süpermarketlerden almam, böyle de sadık bir müşteriyimdir, o hafta da mantar yemeyivereyim der geçerim.
Mantarla ilk çalışmaya başladığımda herkes gibi bol soğan sarımsakla mantar sote yapıyordum, benim için lezzetli ama yeterli değildi bu hali. Bir gün hazır közlenmiş patlıcan almıştım- Gurme 212 idi markası hayatımda yediğim tek hazır köz patlıcandır sanki saatlerce uğraşıp da hazırlamışım gibiydi lezzeti, sonra çekildi sanırım piyasadan pek göremedim – yanına da bol sarımsaklı kese yoğurdu hazırlamıştım, mantar sotem de vardı, bir an üçü bana bakıp ne duruyorsun diye sordu. Demiştim size mutfak canlı bir yer. Pek tabii dedim hemen büyükçe bir salata kasesi çıkardım; tabana köz patlıcanı yaydım, üstüne sarımsaklı yoğurdu koyup karıştırdım, en üste de tavadaki bütün yağı, suyu, lezzetiyle mantarı koyup hafifçe karıştırdım, mantardaki yağın yoğurdun içinde kaybolmasını istemiyordum çünkü. Masaya getirdiğimde bütün ana yemekleri gölgede bıraktı, şaşırmadım doğrusu, böylesi bir kombo elbet doğası gereğini yapacaktı. Sonra bu tarifi daha da geliştirmeye başladım. Mor soğanları yarım ay şeklinde ince dilimledim, küçük sarımsakları seçip sadece boydan ikiye böldüm, mantarları daha büyük gelişigüzel doğradım, sap kısmını çok almadım. Tavada önce yağda lezzetini salması için sarımsaklar sonra soğanlar en son mantarlar yerini aldı. Gerisi yukarıda yazdığım tarif. Etin, tavuğun yanına bilhassa çok yakışıyor, zeytinyağlının yanında serinletici olarak yerini alıyor, baş tacı bir lezzet.
Yıllar önce dedeme pankreas kanseri teşhisi konduğunda ünlü bir fitoterapi uzmanına mail atmıştım sonuçları ve takviyeleri almıştık, gelen takviyeler arasında ilk kez gördüm reishi mantarını, zerdeçalın hap formunu. Mantarlar Asya ülkelerinde çok kullanılıyor, ölümsüzlük iksirlerinden birisi olarak geçiyor hatta. Jetgiller çizgi filmini anımsamıştım elime aldığımda hapları. Bu ufacık şeyler rahatlatacak mı, iyi gelecek mi ki, bütün çabamız aslında dedemin kısa bir zaman içerisinde öleceği gerçeğini görmezden gelmek için miydi, bilemiyorum. Hayatımda gördüğüm en çalışkan, en dirayetli, 5 yaşında yetim kalmış, o haliyle dağda sürüleri gütmeye gitmiş, 14 yaşında İzmir’e gelip evlenmiş, beş çocuk büyütmüş, sayısız akrabaya evini açmış ama asla karşılığını alamamış ve bir daha köyüne geri dönememiş canım dedem.
Dedem her yıl aşure zamanı büyük kazanın karıştırılmasından sorumluydu, bütün malzemeleri öncesinde bakkalından evine taşır, bir gün öncesinden hazırlık kontrollerine başlar- aşureye konulan bakliyatlar 1 gece suda bekletilir, süsler ayrı ayrı tabaklara hazırlanır- sürekli eksik bir şey var mı ben gidip bir koşu alayım, derdi. Sabah erkenden kalkılır, ikinci mutfakta küçük tüpe büyük kazan yerleştirilir sırasıyla malzemeler eklenmeye başlanırdı, dedem karıştırırken bir yandan dualarını da okur, gözünü aşureden ayırmazdı. İkinci bir mutfağı olan sadece bizim ev olabilirdi, büyük mermer bangolar –İzmirliler bango der- şaşal sular, bakliyat makarna dolapları içinde yer alan. Orası benim için büyülü bir yerdi çocukken, mutfaktan yan odaya açılan camı vardı, ne ilginç değil mi? Eve misafir çocukları geldiğinde saklambaç oynayalım deyip, ikinci mutfağa girer yan odadan çıkardım, asla bulamazlardı, ne güzel zamanlardı. Şimdi bir gerçeklikten başka bir gerçekliğe gizlice kaçabilmemiz için aralarında pencereler açılsa keşke. Saklansak ve en güvendiğimiz canlı bizi bulabilse sadece…
Dedem ve ananem bu hayatta benim için hayat ağacımda yer alan en değerli iki insan. Yaşamları boyunca bir kez bile bir şeyden şikayet ettiklerini duymadım, evlatlarının sağlığından, ülke huzuru için duadan ve çok ama çok çalışmaktan başka bir şey bilmediler. Ne zaman kendim için dua istesem, duanın sonuna herkeslerle bir deyip öyle bitirdiler, o zaman biraz gücendim ama şimdi anlıyorum ne büyük bir yürekmiş taşıdıkları.
Ben cennet ya da cehennem diye varılan bir yer olduğuna inanmıyorum. Şu an bir yerlerde bir çocuk ağlıyorsa cehennemdeyiz, ölmeye gerek yok, bir çocuk gülüyorsa cennetteyiz yine ölmeye gerek yok.
Ama siz bu kadar erken ölmeseydiniz.
Sizi her geçen gün daha çok özlüyorum.
En sevdiğiniz torununuz. (Bence)
Ceren.
Bir istiridye mantarından nerelere geldik. Sevgi ve şefkatin hüküm sürdüğü bir evrende, cenneti merak eder mi insan?