Dark Mode Light Mode

Askıda bir pantolon olmak…

Bugün 13 Ocak 2025. Belçika’da sendikalar greve gidiyor. Başta öğretmenler olmak üzere pek çok işçi bugün grev hakkını kullandı. Sebebi Belçika Hükümetinin emeklilerin güvencesi olarak gördüğü emekli maaşları üstünden ekonomik şartlar gereği kemer sıkma politikalarını uygulamak istemesi. Geçtiğimiz hafta oğlumuz Kayra’nın okulundan şöyle bir yazı aldık;

“Her çocuğa hakkı olan kaliteli eğitimi sunmak istiyoruz. Bunu her gün yürekten ve ruhla yapıyoruz. Emekli maaşlarından tasarruf ederek öğretmen açığı kapatılamaz. Tam tersi yeni öğretmen olacak gelecek nesillerin başlama heyecanı kaybolur. İyi eğitim, eğitimli ve motivasyonu yüksek bir öğrenim kadrosu ile mümkündür.”

Şimdi peki bu olaydan, bu sayfada, tam da burada; bize ne diyebilirsiniz. Sizi anlıyorum. Ancak coğrafyalar, toplumlar, gelenekler, öğretiler, tarihsel süreçler farklı farklı olsa da; insanın ortak bir çabasının asla değişmediğinden bahsetmek istiyorum. “Lucy” filminde bilim adamları insanın doğasını öğrenmeye çalışırken fark ettikleri nokta, insanın zaman kavramında bir hafıza kartı olduğuydu. Öğrendiğimiz her şeyi, asırlar boyunca sonraki nesillere aktarabilme becerimiz ve motivasyonumuz… Benzer bir hikayeyi Isaac Asimov’un “Foundation” eserinde de görüyoruz. Medeniyetlerin çöküşünden sonra geriye kalan insanoğlu için bir vakıf kurulması ve insanlığa tekrar ateşi, tekerleği keşfetmeye gerek kalmayacak bilgileri o vakıfta muhafaza etme misyonu. Peki öğrendiğimiz her şeyi nasıl öğrenilebilecek kılıyoruz? Asırlar boyunca bunu nasıl başardık? Bu misyonu bize kim yükledi ya da bu tabiatımızın bir gerçeği miydi? Doğar doğmaz önce öğrenme daha sonra adapte olma ve en sonunda da öğretme çabamız nereden geliyor? Eğer gündelik hayatımızın telaşı ile öğrenme ve öğretme becerilerimizi ayırabilseydik, daha fazlasını başarabilir miydik? Bugünden ne kadar daha ileri gidebilirdik? Bu soruları çeşitlendirmek ve çoğaltmak elbet ki mümkün. Ancak bugün tek bir konuya odaklanacağım. Aslında okuldan bize gelen yazıda da acı kelimemiz, hayatta kalabilme becerilerimizi, hayatta kalabilmeleri için depoladığımız ve aktardığımız nesillerle aynı; “Motivasyon”. Size kişisel gelişim ile ilgili bir şey anlatamam, size nasıl motive olacağınızı da söyleyemem; ancak aktarabileceğim bir şey var o da kendim… 

LC WAIKIKI ailesi ile 18 yıl geçirdim. 2004 yılında satış danışmanı olarak başladığımda üniversite öğrencisi ve sadece cep harçlığımı çıkarmak isteyen bir gençtim. Buna ben bile karar vermemiştim, Bursa’da açılan bir AVM’yi gezerken, eski kız arkadaşım; zaten ikinci öğrenim okuyorsun, gündüzleri bir işe yara da boş boş oturacağına çalış, -o sırada LC WAIKIKI mağazanın önünden geçiyorduk ve bana vitrindeki yazıyı göstererek- bak LC WAIKIKI satış danışmanı arıyor, git başvur belki alırlar demişti. Kendisine uydum ve o gün bir form doldurdum. Bu formun benim geleceğimizi değiştireceğinden haberdar bile değildim. 20 yıl sonra Belçika’ya kadar uzanan bu yolculuk o gün benim için başlamış oldu. 

Sektörden gelmiyordum. Perakendecilik, tekstil, mağazacılık, satış danışmanlığı hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Bir gün bir telefon geldi ve Bursa’da AS CENTER’da LC WAIKIKI’nin yeni bir mağaza açacağını, benim de orada çalışacağımı söylemişlerdi. Dedikleri gün ve saat oradaydım. Yaklaşık 2000 metre kare bom boş bir mağaza ve önümüzde yüzlerce ürün kolisi. İlk endişem ne yapacağımı bilmemekti. Ortalıkta boş boş dolaşırken birilerinin beni yönlendirmesine ihtiyaç duyuyordum. Talimat almalıydım, inisiyatif değil. Çünkü inisiyatif alabilecek bir deneyime sahip değildim. Yıllar sonra çalıştığım bir yabancı yöneticim, bir toplantıda bana şöyle bir tavsiyede bulunmuştu; “Sorulan her soruya cevap vermek zorunda değilsin.” Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Ne kadar önemli olduğunun da o güne kadar farkına varmamıştım. Ancak tersi açıdan baktığımızda eğer her soruya cevap vermek zorunda değilsem, pek çok soru sormaya da hakkım vardır diye düşündüm. Belki de bu sohbetten yıllar önce AS CENTER’da gözüme o kocaman gelen boş mağazada yaptığım gibi. Konuşmayı yeni öğrenmeye başlayan bir çocuk gibi. Gökyüzü neden mavi? Güneş neden gidiyor? Ay neden var? Neden kar yağmıyor? Kuşlar ağaçlarda mı yaşar? Ağaçları kesersek kuşlar evsiz mi kalır? Bunlar bana oğlumun sorduğu sorulardan birkaç örnek. Kayra’yı büyütürken yakın çevreme hep şu cümleyi kurmuşumdur; “Kendi çocukluğumun babasıyım…” O gün orada da ben Burak adında genç bir üniversite öğrencisi değil, 4 yaşında Kayra adında bir çocuktum. Büyümeye başlamak o gün bilincinde olmadığım, seneler sonra dönüp baktığımda hiç de kolay olmadığını gördüğüm bir hatıra olacaktı, başka nesillere aktarabileceğim bir öğreti, bir yazı, belki de bu yazı…

Talimatlar gelmeye başlamıştı. “Birazdan Görsel Düzenleme Uzmanlarımız gelecek. Duvarların üstüne hangi lineların yerleşeceğini yazacak, sizler kolileri açıp askıladığınızda ürünün etiketine bakacak ve etikette gördüğünüz line ismini, duvarda yazılan line’ın önüne bırakacaksınız.” Hedefte netleşmenin ve akılda bulanıklığa sebebiyet vermeden çalışabilmenin önemini o gün anlamamıştım ancak günlerce biteceğine inanmadığım yüzlerce koli o gün sona ermeden yerli yerine büyük bir nizam ile dağıtılmıştı. 4 yaşında bir çocuk olarak bu benim için “wauv” diyebileceğim bir şeydi. 

2.gün yine mağazadaydık. Daha önce ne yapmam gerektiğini bir günde öğrenmiştim. Elim her boşa düştüğümde de mağazayı dolaşarak, Görsel Düzenleme Uzmanlarının ne yaptığını keşfetme çabasındaydım. O güne kadar böyle bir meslek olduğunu bile bilmiyordum. Dedim ya 4 yaşındaydım. Baskılı t-shirtler neden ön askıya askılıyor da, düz renkler yan askıya asılıyor? Neden yan askılarda bir üst grup, bir alt grup var? Duvarlarda neden mankenler var? Neden ürünler kombinleniyor? Neden şu adam saatlerce mağaza girişindeki mankenleri sürekli farklı farklı ürünlerle deneyip giydirmeye çalışıyor? Sorular çığ gibi büyüyordu. Gördüklerimi boş bir duvarda taklit etmeye başlıyordum ama özgün olmak da istiyordum bir yandan. O gün için pek kabul görmeyeceğini düşündüğüm birkaç deneme yapmıştım. Yanıma daha sonra uzmanlardan biri geldi ve benim Kayra’ya öğrettiğim gibi, yanlış olan şeylerin neden yanlış olduğunu sebep – sonuç ilişkisiyle açıklayarak nasıl doğru yapmam gerektiğini gösterdi. O gün mağazadan çıktığımızda ertesi gün tekrar gelip, tekrar çalışmak istemiştim. Çünkü tanımadığım birinin yanıma gelerek, ne yaptığımı bilmediğim halde beni yadırgamayıp, doğru olanı göstermesi ve bana vakit ayırarak birlikte o duvarı tamamlamamız işimi sevmem için bir sebep doğurmuştu. Salt doğru ya da salt yanlış yoktu; doğruyu bulabilmek için yanlışı yapabilme potansiyelinin de yolculuk esnasında bir yetenek olduğunun öğretisi vardı.  O gece uyurken yerleştirdiğimiz line duvarının ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Sabah geldiğimde önce o duvarın önüne gidecektim, biri bozmuş mu, oynamış mı diye kontrol edecektim. Tekrar diyorum ya, 4 yaşındaydım ve oyuncaklarımın doğru yerde olduğunu bilmek en doğal hakkımdı.

3. gün son günümüzdü ve ertesi gün mağaza satışa açılacaktı. Başka uzman arkadaşlarla farklı duvar ve masalarda çalıştık. Öğrenme sürecim farkına varmadan devam ediyordu. Bu işe duymaya başladığım ilgi yanında heyecanı, heyecan da motivasyonumu tetikliyordu. Evinde çok dağınık ve pasaklı olan ben, kendimin bile farkında olmadığım  bir özelliğimi keşfediyordum. Bu keşfin yıllar sonra işimin olacağı o gün aklımın ucundan bile geçmezdi. Değişmeyen tek şey hala çok dağınık çalışmam sanırsam.

Hala 4 yaşındayım ve mağaza açıldıktan sonra ilk sinir krizimi, gelen müşterilerin o gün sanat eseri sandığımız duvarları alaşağı etmesiyle yaşadım. Sanırsam o line çalışmalarının duvarda tablo gibi duracağını ve hiç dokunulmayacağını düşünüyordum. O günün sonunda mağaza kapanmasına dakikalar kala yeni bir şey öğrendim. “Yenilenmek…” Dağınık olan mağazayı düzeltmeye ve sabaha hazırlamaya başlamıştık. Bazı arkadaşlarımız soyunma kabinlerindeki ürünleri topluyordu, bazı arkadaşlarımız kasayı kapatıyordu ben de sanat eserlerimi tekrar görücüye çıkarmak için ürünleri katlıyor, askılarını düzenliyor ve doğru şekilde sergilenmeleri için çalışıyordum. O ürünler her gün yüzlerce insanın ve ekip arkadaşımın elinden geçip, belki yerlerde sürünüp, belki deneme sırasında yakaları makyaj izi olup, belki de soyunma kabinlerinde, depolarda ya da müşteri sepetlerinde unutulup; bir insanı mutlu edinceye kadar aynı askıya asılmaya devam ediyordu. Yılmıyorlardı ve mağaza ışıkları altında her günün sonunda ve her günün başlangıcında orada dimdik durmayı başarıyorlardı. Bunu elbette tek başına yapmıyorlardı, arkalarında o ürünlere destek olan bizler vardık. Kendinizi mağazaya yeni çıkmış bir koleksiyon içerisinde bir ürün olarak hayal edin. Madem ben 4 yaşındayım, şimdi sıra sizlerde… Bazınız basic bir t-shirt, bazınız havalı bir sweat, bazının da düz bir pantolon olabilirsiniz. Hedefiniz kasadan geçtikten sonra sizi alan kişinin evine gitmeniz, gardırobuna girmeniz ve sizi üstlerinde denediklerinde ayna karşısında mutlu olabilmeleri… Şunu düşünebilirsiniz, “o havalı sweat üstünde bir baskı var diye müşterinin gözü önündeyken ben neden düz bir pantolonum diye önüm arkam başka ürünlerle kapalı ve yan askıda duruyorum?” Pek tabii bazılarınız şunu da düşünebilir; “Üf öyle havalı, baskılı, renkli bir t-shirtüm ki beni spotların altında direk müşteriyle göz teması kurabileceğim bir yerde sergiliyorlar, ben olmasam kim bakar size?”  O zaman 4 yaşındaki size bir tavsiye; Çok fazla çikolata yemek zararlı olamasaydı, gereğinden az sebze ve meyve yemek de faydalı olurdu. Denge de kendi içinde bir motivasyon olabilir mi? Bütüne baktığımızda orada yan askıda düz bir pantolon olmasaydınız belki yanınızdaki havalı ürünler de pek de o kadar havalı olmayacaktı. Kombin dediğimiz olgu da kendi içinde bir denge değil midir? 

Basketbolu hayatım boyunca çok sevmişimdir. Bir dönem Türkiye’de çok önemli basketbol koçlarından biri olan Željko Obradović çalıştı. Bir röportajında şunu söylemişti; “Ben hiçbir zaman oyuncularımın yetenekleri dışında bir hücum ve savunma seti hazırlamadım. Onlar neyi oynayabilirlerse ben o setleri hazırladım.” Röportajı yapan kişi ardından şu soruyu sordu; “Peki bu takımın şu an kaç tane hücum seti var? Kaç varyasyon oynayabiliyorsunuz?” Koç şöyle cevapladı; “Bunu ekip arkadaşlarıma sormam lazım tam sayıyı bilmiyorum ama 100’ün üstündedir.” Yetenekleri kısıtlı bir oyuncu kadrosuyla 100’ün üstünde hücum seti oluşturabilmek ve takımın bunu zorlanmadan yapabilmesi… Bu denge öğretisi o sene Türkiye’ye kulüpler bazında ilk Avrupa Kupasını getirmeyi sağladı. Ekip içerisinde yetkinlikleri farklı farklı insanlarla bir araya gelebilirsiniz, koleksiyon içerisinde müşterinin gözünden uzak basit bir ürün olabilirsiniz, tabağınızda çok sevdiğiniz çikolatalı ekmek dışında hiç sevmediğiniz yeşil sebzeler, farklı farklı meyveler de olabilir; bütüne baktığında sizin özel hissetmediğiniz yerlerde başka birileri için ne kadar kıymetli olduğunuzu görebilirsiniz. 5000 parçalık bir yapbozdan eksilen bir parçaysanız, onu tamamlamanın ardındaki burukluğu gözlemleyebilirsiniz. Hatalarınızın en büyük motivasyon olduğunu fark ettiğinizde korkularınızın aslında sizi daha iyiye taşıyacak itici bir kuvvet olduğunu görebilirsiniz. İşin zorluğu, kolilerin çokluğu, tabağınızın doluluğu, sayıların büyüklüğü sizi aldatmasın. Buna en güzel örneği belki de “Person of Interest” dizisindeki satranç sahnesiyle verebilirim;  “Her olası hamle farklı bir oyunu temsil eder. Daha iyi bir hamle yapacağın farklı bir evreni. İkinci hamleyle birlikte 72,084 olası oyun vardır. Üçüncüden sonra 9 milyon. Dördüncüden sonra 318 milyar. Dünya üzerinde bulunan atom sayısından daha fazla sayıda olası satranç oyunu vardır. Hiç kimse hepsinin sonucunu tahmin bile edemez, sen bile. Yani ilk hamle korkutucu olabilir. Oyunun sonuna en uzak olduğun noktadır. Sen ve karşı taraf arasında sonsuz bir olasılıklar denizi vardır. Ama bu aynı zamanda bir hata yaparsan neredeyse sonsuz sayıda çözüm yolu olduğu anlamına gelir. Yani sadece rahatlamalı ve oynamalısın.”

Yazının başında okuldan gelen bilgilendirme mailinin bir kısmını burada tekrar etmek isterim; “İyi eğitim, eğitimli ve motivasyonu yüksek bir öğrenim kadrosu ile mümkündür.” Genç bir öğrenciyken başlayan LC WAIKIKI hayatımda; doğru motivasyonu öğrendiğim şeyleri asla iş olarak görmemeyi kendime öğütleyerek buldum. Bugün hala bile kendimi “çalışıyor” gibi hissetmiyorum. Şirket içerisinde bir eğitimci olarak da deneyimlerimi ve aktarım tarzımı yıllar boyunca çalıştığım onlarca farklı ekibin bana kattıklarıyla şekillendirdim. İç motivasyonum daima öğrettiğim programları kullanan arkadaşlarımın, aslında ne kadar da kolaymış cümlelerinde buldum. Çalıştığım projelerde hata yapmaktan korkmamayı öğreten yöneticilerimin yanında, hata yapmanın da sonuca giden bir yol olduğunu gördüm. Yeri geldi çok fazla çikolata yedim, yeri geldi hiç sebze ve meyve yemedim. Dengenin beni olgunlaştıracağı evreye kadar yöneticilerimin sabrını sınadım, aynı ebeveynlerinin de sabrını sınayan bir çocuk gibi. Her soruya verecek bir cevabım olmaması gerektiğini öğrendiğimde yolun daha başındaydım. Bundan utanmadım, buna üzülmedim; her şeyi bilmek zorunda hissetmedim kendimi…

Geçenlerde bir dost sohbetinde bana şöyle bir soru geldi; yılbaşı çekilişi için piyango almıştım ve büyük ikramiye 42 milyon Euro’ydu. Sana çıksa ne yaparsın diye sordular bense; “Mevcut şekilde çalışmaya devam ederim.” dedim. Çünkü yaptığım işi hiçbir zaman iş olarak görmedim, aileme karşı bir sorumluluk olarak gördüm ve iki farklı aile yaşamı sürdürmeye devam ediyorum; biri öz ailem, diğeri de ekip arkadaşlarım. Bu size hemen kabullenemeyeceğiniz bir olgu gelebilir, sizden bunu içselleştirmenizi de beklemiyorum ancak “bunu her gün yürekten ve ruhla yapıyorum.” 

Winston Churchill’in dediği gibi; “Başarı son değildir, başarısızlık ise ölümcül değildir: Önemli olan ilerlemeye cesaret etmektir.”  Yürümek, düşmek, keşfetmek, hata yapmak, hayal kırıklığı yaşamak, susmak, çok soru sormak, ayağa kalkmak, öğrenmek, öğretmek ve yeniden yürümek… Kendin için, ailen için, arkadaşların için ve sonraki nesiller için hep yeniden ve yeniden ve yeniden… Bu durumda motivasyon belki de dışarıda arayacağımız bir şey değildir, belki de benliğimiz ve varoluş biçimimiz, kendimiz ve başkaları için motivasyonun ta kendisidir; ister askıda bir pantolon olun, ister 4 yaşında bir çocuk, bir öğretmen, bir öğrenci veya hiçbir şey bilmeden ve endişeli gözlerle yüzlerce kolinin yanında boş bir koleksiyon duvarına bakan genç bir adam, bir anne, bir baba… 

Sevgili 4 yaşındaki okurum; çok fazla çikolata tüketmeyeceğiniz ancak çikolata kadar tatlı geçecek bir hafta dilerim

Yazıyı Paylaş
Yorum Ekle Yorum Ekle

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki Blog

Erdem Tuzağı

Sonraki Blog

Bu Takvime Bakmadan Şubat Ayınızı Planlamayın